23 Kasım 2010 Salı

Kimsede Muebbet Kalmayacaksin..


KİMSEDE MÜEBBET KALMAYACAKSIN…

Kimi seversen sev, nasıl seversen sev, unutma ki bilinmeyecek değerin.
Ne yaptığın ya da nasıl yaptığın değil, yapamadıkların sorgulanacak, suçlanacaksın.
Yıllarca döktüğün gözyaşına bakmadan, belki “bir an yaşadığın tebessüm” batacak birilerine, nasıllar sorulmadan, nedenlerle yargılanacak,
ağlayacak, belki çok ağlayacaksın ya da ağlamak istemiyorsan;
Kimsede müebbet kalmayacaksın !...

Çektikçe çekecek ve çektikçe uzayacak lastik misali, uzatacaksın ömrünü umutların.
Oysa beyhude bir uğraştır, yalandır bu kavgalar, değer verdikçe, “değersizleşecek gönlünde yaşattığın”

Yaşatacaksın, o; seni acımasızca katlederken, ufuk çizgisini yakalamak mümkün değil, değil ama bilirim ki; Sen yakalamak için var gücünle koşacaksın, ya da yaşamak istiyorsan, inadına yaşamak,
Kimsede müebbet kalmayacaksın !..

Gitmişse yalandır ve yalandır gelmemişse…
Beklemekse, neyi? , niye? Oysa ecel daha yakındır gidenlerden, bekledikçe alırlar bir parçanı, bekledikçe paramparça ederler her parçanı..
Sen; “Gel!..” dediğin için gelmezler, senin kadrini bilmezler, ceza almışsan, bunu sonsuzluğa mal etme!..
Zindanlarda infazın kadar kalır, kaldığın kadar yatarsın ve çıkarken, “mazinden” tahliye olacaksın. Hürriyete susadıysan ve susadıysa yüreğin,
Kimsede müebbet kalmayacaksın !...


Verdiğini geri almanın hesabını bırak, bırak bir kenara, harcanmıştır bozuk para gibi, “değer bildiğin, feda ettiğin” ne varsa..
Gözyaşlarını görsen bile, şahit olsan bile, tekrarlama aldanmışlığını, her sabah yaşadığın o; yıkılmışlığın, hüsranın, azabın depreminden kurtul!..
Bir hata yapmışsın ya hani!.., Onlar öyle der!.. Hata!.. Sen tekrarlamayacaksın!.. Yanıldıysan; Bir daha inanmayacaksın, hatta adını bile anmayacaksın!..
Düşmeni beklerler belli ki!.. Sen; “Dimdik duracaksın” ve tükürebilmek için yüzüne,
Kimsede müebbet kalmayacaksın !..


Sevgiyi bildiğin gibi, küfretmeyi de öğren.. Bu güne kadar seni rahatsız eden ne varsa ve “ne varsa acı çektiğin” iade et !..

Küfürleri sırala ve kalayla !.. Bırak kırılıp dökülsün, üstüne titrediğin, bırak öğrensin, değersizliğin ne olduğunu, o heybesini doldururken dertlerle sen boşalt yüreğini, onun sırtında ki kambur büyürken sen rahatlayacaksın!.
Belki ikinci baharın vardır kim bilir? Yüreğine taş basacaksın, ama
Kimsede müebbet kalmayacaksın !...

Onlar” üç oda, bir salon” sanırlar aşk dediğini, ne mecnunu duymuşlardır, ne de bilirler Leyla'nın kimliğini..

Şuh bir kahkaha ve hesabını yapmadan yarınların, yaşamaktır ve celladı oldukları mahkumla, utanmadan barışmaktır!..

Sen; Gönül bankanda açtığın o limitsiz hesabı kapatacak, alacak ve borçları sıfırlayıp, aşk-ı İlahiye varacaksın!.. Kula kul olmuş çulsuz ve korkakları, ait oldukları çöplüğe atacaksın!..
Ve kurtulmak için çöplüklerden,
Kimsede müebbet kalmayacaksın…

(Alıntıdır)

28 Ekim 2010 Perşembe

ROSE

ROSE..

Okulun ilk günü, ilk derste profesörümüz, önce kendini tanıttı, sonra "Bu yıl, yepyeni bir öğrencimiz var. Çok ilginç biri bakalım bulabilecek misiniz" dedi...

Ayağa kalkıp etrafa bakmaya başlamıştım ki, yumuşak bir el omzuma dokundu... Döndüm... Yüzü iyice kırışmış bir yaşlı hanımefendi, bana gülümseyerek bakıyordu...

"Ben Rose" dedi..

"Benim adım Rose, yakışıklı... 87 yaşındayım. Madem tanıştık seni kucaklayabilir miyim?.." Güldüm...

"Tabii" dedim...

"Hadi sarıl bana..." Öyle sımsıkı sarıldı ki...

"Bu kadar genç ve masum yaşta üniversiteye niye geldin" diye şaka yaptım.. Minik bir kahkaha ile yanıtladı:

"Buraya zengin bir koca bulmaya geldim. Evlenip birkaç çocuk doğuracağım. Sonra emekli olup dünya turuna çıkacağım..."

Dersten sonra kantine gidip, birer sütlü çikolata içtik. Hemen arkadaş olmuştuk. Ertesi gün ve ertesi üç ay, sınıftan hep birlikte çıktık ve hep kantinde lafladık... Öyle akıllı ve öyle deneyimliydi ki, onu dinlemekle, derslerden daha çok şey öğrendiğimi hissediyordum.

Sömestr boyunca Rose kampüsün ilahesi oldu. Nereye gitse etrafı çevriliyor, çok çabuk arkadaş ediniyordu. İyi giyinmeyi seviyor, diğer öğrencilerin ilgisini çekmeye bayılıyordu. Rose hayatını yaşıyordu.

Hepimizden daha canlı, daha dolu yaşıyordu....

Sömestr sonunda, Futbol Balosuna davet ettik Rose'u... Konuşma yapması için... Orada bize verdiği dersi unutmama imkan yok...

Konuşmasını önceden hazırlamış ve bir yığın karta kocaman kocaman yazmştı. Elinde bu deste ile kürsüye yürürken, kartları elinden düşürdü. Konuşma darmadağın olmuştu. Şaşkın, biraz da utanmış mikrofona doğru eğildi...

"Ne kadar beceriksizim, değil mi?... Özür dilerim... Buraya gelmeden önce heyecanım yatışsın diye bir duble viski attırdım. Sonucu görüyorsunuz... Şimdi bu kartları toplasam bile onları yeniden sıraya koymam mümkün değil... Onun için en iyisi ben size aklımda kalanları söyleyeyim, olur mu?..."

Biz kahkahalarla gülerken, o bardaktan bir yudum su aldı ve konuşmasına başladı:

"Yaşlandığımız için eğlenmekten, oynamaktan, yaşamaktan vazgeçmeyiz...

Eğlenmek, oynamak ve yaşamaktan vazgeçtiğimiz için yaşlanırız. Genç kalmanın, mutlu olmanın ve başarıya ulaşmanın sadece dört sırrı vardır... Hergün gülmek ve yaşama katacak mizah bulmak... Bir rüyanız olmalı mutlak... Rüyalarınızı kaybettiniz mi, ölürsünüz. Etrafımızda dolaşan pek çok kişi aslında ölü ve bundan kendilerinin bile haberi yok...

Yaşlanmakla, büyümek arasında çok büyük bir fark vardır... Eğer 19 yaşındaysanız ve bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden bir yıl sırtüstü yatarsanız, sadece bir yaş yaşlanır, 20 olursunuz... Ben 87 yaşındayım ve ben de bir yıl hiçbir şey yapmadan, hiçbir şey üretmeden sırtüstü yatarsam, 88 yaşımda olurum. Herkes bir yılda bir yaş yaşlanır.

Bunun için özel bir yetenek ya da bilgiye ihtiyaç yoktur. Oysa bir yaş daha büyümek için, mutlak bir şeyler yapmak, üretmek, kendini geliştirecek fırsatları bulmak ve kullanmak gerekir.

Asla pişman olmayın... Biz yaşlılar, genelde yaptıklarımızdan değil, yapmadıklarımızdan pişman oluruz çünkü... Ölümden korkan insanlar, pişman olanlardır... Pişman olmaktan korktukları için hiçbir şey yapmayanlardır..."

Ders yılı sonunda Rose, yıllarca önce başlayıp, yaşam mücadelesi içinde ara vermek zorunda kaldığı üniversiteyi derece ile bitirdi....

Mezuniyet töreninden bir hafta sonra, uykusunda, huzur içinde öldü. Cenaze törenine 2 binden fazla üniversite öğrencisi katıldı.

"Yapabileceğimiz herşeyi yapmak için asla geç olmayacağını" hepimize hem de nasıl öğreten bu muhteşem kadının anısına layık bir törendi bu...

Rose'un öğretisi aslında dünyanın bütün üniversitelerinde zorunlu ders olmalıydı..

Alintidir – S.Akbaba ‘ya tesekkur ederim.




http://arataer.blogspot.com

27 Ekim 2010 Çarşamba

Mevlana 'dan..

Mevlana 'dan..

Sonsuz bir karanlığın içinden doğdum.

Işığı gördüm, korktum.
Ağladım.

Zamanla ışıkta yaşamayı öğrendim.
Karanlığı gördüm, korktum.
Gün geldi sonsuz karanlığa uğurladım sevdiklerimi...
Ağladım.

Yaşamayı öğrendim.
Doğumun, hayatın bitmeye başladığı an olduğunu; aradaki bölümün, ölümden çalınan zamanlar olduğunu
öğrendim.


Zamanı öğrendim.
Yarıştım onunla...
Zamanla yarışılmayacağını,
zamanla barışılacağını, zamanla öğrendim...


İnsanı öğrendim.
Sonra insanların içinde iyiler ve kötüler olduğunu...
Sonra da her insanin içinde
iyilik ve kötülük bulunduğunu öğrendim.


Sevmeyi öğrendim.
Sonra güvenmeyi...
Sonra da güvenin sevgiden daha kalıcı olduğunu,
sevginin güvenin sağlam zemini üzerine kurulduğunu
öğrendim.

İnsan tenini öğrendim.
Sonra tenin altında bir ruh bulunduğunu...
Sonra da ruhun aslında tenin üstünde olduğunu öğrendim.


Evreni öğrendim.
Sonra evreni aydınlatmanın yollarını öğrendim. Sonunda evreni aydınlatabilmek için önce çevreni aydınlatabilmek
Gerektiğini öğrendim.

Ekmeği öğrendim.
Sonra barış için ekmeğin bolca üretilmesi gerektiğini.
Sonra da ekmeği hakça üleşmenin, bolca üretmek kadar
önemli olduğunu öğrendim.


Okumayı öğrendim.
Kendime yazıyı öğrettim sonra...
Ve bir süre sonra yazı, kendimi öğretti bana...


Düşünmeyi öğrendim.
Sonra kalıplar içinde düşünmeyi öğrendim.
Sonra sağlıklı düşünmenin kalıpları yıkarak düşünmek
olduğunu öğrendim.


Namusun önemini öğrendim evde...
Sonra yoksundan namus beklemenin namussuzluk olduğunu;
gerçek namusun, günah elinin altındayken, günaha el
sürmemek olduğunu öğrendim.

Kalp durur ...
Akıl unutur ...
Ben dostlarımı ruhumla severim.
O ne durur, ne de unutur…


http://arataer.blogspot.com/

29 Temmuz 2010 Perşembe

HUKUKCUNUN ILANI-I ASKI

HUKUKCUNUN ILAN-I ASK I

Ben icap dermeyan etsem,sen kabul etsen..
Corpus juris civilis'ten siirler okusam sana
Ipotek tesis etsem gozlerinde
Vedia akdiyle versem kalbimi sana
Emredici hukumlere gore sevsek birbirimizi
Aksi hic kararlastirilamasa...
Yok hukmunde olsa huzunlerimiz
Ve butlanla malul olsa kederlerimiz...
Ilan etsek askimizi,
Traji elli binin ustunde olan bir gazeteye...
Iyiniyetli ucuncu kisiler bile kiskansa bizi
Ve cezai sart ongersek bu asktan donene...
Bakislarimiz karine olsa askimiza
Benim icin ilga olsa senden oncesi
Ve mulga kalsa senin icin benden oncesi...
Muvazaa olmasa yaptiklarimizda,
Evleviyetle sevsek birbirimizi...
Birbirine uygun irade beyanlarimizla
Inikat etse akdimiz,
Sui generis olsa yani kendine ozgu...
Uzak kalsa bizden hata,hile ve ikrah
Kalplerimiz olsa ifa yerimiz,
Ve numerus clausus olsa ayrilik nedenlerimiz...
Malikinde ben olsam,zilyedin de
Tapu sicili olsa kalbim serh dussem seni
Gecit irtifaki kursam kalbimden kalbine...
Tatil ve talik zamanlarinda da sevsem seni,
Ve teblig edilse ask mektubum bir gece vakti...
Zihni kayit yapip 'ayrilalim' desem,dava acsan bana
Sen muddei olsan,ben muddeialeyh
Muddeabih de askimiz...
Ask mektubu kivaminda olsa
Cevap ve duplik dilekcelerim
Kesin delillerle ispat etsem askimi
Sulh olsak mahkeme de sonra yapilsa tefhim...
Ve ey gozlerinin hapsinde
Muebbete razi oldugum guzel kiz!!!
Muaccel olsa kavusmalarimiz
Ve hep mueccel kalsa ayriliklarimiz...

(ALINTIDIR)

28 Temmuz 2010 Çarşamba

Hangisi Kolay ya da Hangisi Zor??


Tablo..



Doğduğumuz günden beri bir tablo yapıyoruz, çerçevesi dört ya da altı köşeli;

Her lahza bir fırça darbesi vuruyoruz tabloya, kimimiz tek renk kimimiz alaimisema..*
...

Internetten alıntıdır. (*alaimisema: gökkuşağı)





http://arataer.blogspot.com/

Victor Hugo 'dan..

Victor Hugo ‘dan..



Ağlamak için gözden yaş mı akmalı? Dudaklar gülerken, insan ağlayamaz mı?


Sevmek için güzele mi bakmalı? Çirkin bir tende güzel bir ruh, kalbi bağlayamaz mı?


Hasret; özlenenden uzak mı kalmaktır? Özlenen yakındayken hicran duyulamaz mı?


Solması için gülü dalından mı koparmalı? Pembe bir gonca iken gül dalında solmaz mı?


Öldürmek için silah, hançer mi olmalı? Saçlar bağ, gözler silah, gülüş kurşun olamaz mı?


Victor Hugo’dan..




http://arataer.blogspot.com/

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Kediyi Agactan Indirme Yontemleri ve Biz..

KEDiYi AGACTAN iNDiRME YÖNTEMLERi VE BiZ..

Prof. Özcan Köknel, " Çatışan Değerlerimiz " adlı kitabında şöyle bir örnek vermiş:

Soru: " Erkek kedi bir ağaca çıkmış ve inmek bilmiyor. Kediyi o ağaçtan indirmek için ne yaparsınız?

"Şıklar :


A) Ağaca Tırmanırsınız.

B) Merdiven dayayıp tırmanırsınız.
C) "Gel pisipisi" diye seslenirsiniz
D) Dişi bir kedi getirirsiniz.
E) İtfaiyeyi çağırırsınız.


Cevapların değerlendirmesi aşağıda...

Değerlendirme:

A) Ağaca tırmandıysanız; cesur ve girişkensiniz. İyi bir "satış temsilcisi" olursunuz.
B) Ağaca merdiven dayadıysanız; hedefe hangi yöntemle ulaşacağınızı planlayabiliyorsunuz. İyi bir "halkla ilişkiler müdürü" olursunuz
C) "Gel pisipisi" diye seslendiyseniz, saflık derecesinde iyimsersiniz. Ne yaparsanız, yapın, sakın kendi işinizi kurmayın.
D) Dişi bir kedi getirdiyseniz; kendi işinizi kurup çok başarılı ve ünlü olabilirsiniz.
E) İtfaiye gibi kurtarıcı görevlileri aradıysanız; sorumluluğu başkalarına atmayı beceren "iyi bir üst düzey yönetici" olursunuz.Bu alıntıya ek yapanlar olmuş:
F) Ağacı kesersiniz, böylece başka kedilerin çıkmasını da engellemiş olursunuz. Sizden mükemmel bir " kamu yöneticisi " olur.
G) "Bana ne" deyip yolunuza devam edersiniz. Sizden çok iyi bir Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olur. Verginizi vererek mis gibi yaşarsınız.
H) Kendiniz dişi kedi kılığına girip ağacın altında cilve yaparsınız. Magazin medyası peşinizi bırakmaz, şöhret olursunuz.

..

.

http://arataer.blogspot.com/

EBRU SANATI

EBRU SANATI..


Erkek Olmanın Dayanilmaz Keyfi..

Erkek Olmanın Dayanılmaz Keyfi...

* Beş günlük tatil için ufak bir çanta yeter…
* Her kavanozu tek başına açma kabiliyetine sahipsin…
* Makyaj tazeleme sorunun olmadığı için zırt pırt tuvalete gitmezsin…
* Kolundaki, bacağındaki tüyleri mütemadiyen aldırmak zorunda değilsin…
* Bıyıkların utanç değil, çoğu zaman övünç kaynağıdır…
* Kilo aldığında dostların sana acıyarak bakmaz…
* Topuklu ayakkabı gibi bir şeyin üstünde hokkabazlık yapmak zorunda değilsin…
* Ayakkabılarının topuğu ve tırnağın asla kırılmaz, çorabın kaçmaz…
* Saçının nasıl göründüğü hiç önemli değildir…
* Pişireceğin hayvanı kendin avlayabilecek güçtesindir…
* Duş yapman ve giyinmen en fazla on dakika sürer…
* Gereksiz eşyaların bulunduğu bir çantayı taşıma alışkanlığın yoktur…
* Ceketini alıp çıkarsın…
* Beşli paket halindeki donların fiyatı, tek bir sütyeninki kadardır…
* 50 yaşına da gelsen kimse evde kaldığını iddia edemez…
* Yüzündeki tüm renkler orijinaldir. Ne silince, ne de yağmurda çıkmaz…
* Sohbet ettiğin insanlar, bakışlarını göğüslerine doğru kaydırmaz…
* Evlenince soyadını değiştirmek zorunda kalmazsın…
* Her zaman tek parça mayo giyersin…
* Karşı cinsle eşit olduğunu kanıtlamak için adanmış ömür süren hemcinslerin yoktur…
* Kahvehaneler, stadyumlar ve bilumum yerler sırf senin daha keyifli bir hayat sürmen için vardır…

YAHU HEPSI BIR YANA !!!

* Sen hiç "Erkek Hastalıkları Uzmanı" diye bir kavram duydun mu?



http://arataer.blogspot.com/


15 Temmuz 2010 Perşembe

Hayat Ne Garip Bugünlerde..

Hayat ne garip bugünlerde...

Mallarımız arttı, keyfimiz azaldı !..

Daha büyük evlerde kalıyoruz ama daha küçük ailelerde yaşıyoruz..!

Konforumuz arttı ama zamanımız daraldı !..

Diplomamız bol ama sağduyumuz az..!

Uzmanlıklar arttı ama sorunlar çoğaldı !..

İlaçlar çoğaldı, hastalıklar arttı..!

Sorumsuzca para harcıyoruz ama az gülüyoruz..!

Trafikte çok hızlıyız ama çabuk parlıyoruz !..

Akşam geç yatıyor, sabah yorgun kalkıyoruz..!

Az kitap okuyor, çok televizyon seyrediyoruz !..

Varlığımızı arttırdık ama değerlerimizi yitirdik..!

Çok konuşuyor ama az gönül veriyoruz ve bol yalan söylüyoruz !..

Para kazanmayı öğrendik ama yuva kurmayı beceremedik..!

Hayata yıllar ekledik, yillara hayat katamadık !..

Ay' a kadar gidip dönmeyi biliyoruz ama komşumuza geçmek için karşıya geçmiyoruz..!

Uzaya ulaştık ama ruhun derinliklerine inemiyoruz !..

Havayı temizledik ama ruhları kirlettik..!

Atomu parçaladık, önyargılarımızı yıkamadık !..

Çok yazıyor ama az gelişiyoruz..!

Daha çok plan yapıyoruz ama daha az sonuç alıyoruz !..

Acele etmeyi öğrendik ama sabırlı olmayı asla..!

Gelirimiz arttı, karakterimiz zayıfladı !..

Tanıdıklar çoğaldı, dostlar eksildi..!

Çabalar arttı ama mutluluklar azaldı !..

Bilgisayar ağları kuruyoruz, bilgi otoyolları inşa ediyoruz ama kendi aramızdaki iletişimde zorlanıyoruz..!

Dünya barışı der, silahlanırız !..

Daha mutlu olmak için somurtarak çalışırız..!

Yani bugünlerde;

Eve çift maaşın girdiği ama çiftlerin boşandığı !..

Güzel evlerin yuva olamadığı..!

Kısa seyahatlerin, kağıt mendil gibi ilişkilerin, kilo dertlerinin ve her derde deva vitaminlerin(!), vitrinlerin dolu ama gönüllerin boş olduğu;

Günlerde yaşıyoruz !...*

Dar Ayakkabi..

Dar Ayakkabı..

O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.
Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkânında ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini çizdi.

O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı.

Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.

Kapının her çalınışında koştum.

Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.

O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni ayakkabılarımı.

Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan, önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kimbilir kaç kez okşadım. Uyku girmedi gözüme.

Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede oturuyordum ben.

Ayakkabımı babam giydirdi.

Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canımı yakmıştı.

Ama bunu babama söylemedim. O 'Sıkıyor mu?' diye sordukça 'Hayır' yanıtını veriyordum. 'Dar, ayağımı acıtıyor' desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.

O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.

Bir sure sonra acı dayanılmaz oldu.

Dişimi sıktım.

Topalladım.

Soranlara 'Dizimi vurdum' dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını kimseye söylemedim.


Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.

Kimi zaman, dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...

Kimi zaman, bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir cevre, kimi zaman bir sokak, ya da bir Şehir...

Kimi zaman, dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya dönüşür.

Kimi zaman, zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.

Kimi zaman, zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...

Canınız yanar.

Topallaya topallaya gidersiniz.

İnsan öğreniyor yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu..

(Alıntıdır)